Bugün, biraz daha teknik bir konuya değineceğim. Daha önce belki aşinalığınız vardır, Fujifilm’in X serisi makinelerinin çoğunda kullandığı sensörler, diğer makinelerinkine göre daha farklı bir renk matrisi kullanıyor, ve bu yüzden de kimi görüntü işleme programlarındaki yorumlamaları daha farklı olabiliyor.
Dijital fotoğraf sensörleri, aslında ışığa duyarlı olan bir katmanın dışında Bu konuya diğer bir yazıda yüzeysel olarak değinmiştim. Şimdi bu konuya biraz daha derinlemesine (çok değil, zira elektronik konusundaki bilgim sınırlı 🙂 ) ele alacağım.
Öncelikle çok kısa olarak fotoğraf sensörünün ne olduğunu anlatayım. Fotoğraf makinesi sensörleri, birkaç katmandan oluşabiliyor (özellikle günümüzde katmanlı sensörler – stacked sensor – artıyor). Bunlar, ışığa duyarlı yapılar ve şığı, vurduğu noktadaki (piksel) ölçüp biçiyorlar. Bu bilgiyi de, kayıtlı verinin işlemci tarafından kimi hesaplamalardan geçirmesi sonucu da fotoğraf olarak depolama alanına kaydediyorlar. Ancak buradaki kritik nokta şu: bu ışık bilgilerinde ilk aşamada bir renk bilgisi bulunmuyor. Renk bilgisi, ışığa duyarlı yüzeyin önüne konan, “ekoseli” diyebileceğimiz, geçen ışığa renk değerleri bilgisi ekleyen, üç renge duyarlı bir RGB (red, green, blue) filtre ile sağlanıyor.
İlk etapta anlamak biraz yorucu olabilir. Son derece basitleştirilmiş ve bilimsel anlamı olmayan, sadece anlamlandırmayı bir nebze kolaylaştıracağını düşündüğüm bir çizimi ekliyorum.
Sensör teknolojisi temellerine değindikten sonra, bu yazının asıl konusunun, yani RGB filtre konusunun biraz daha derinine inebiliriz.
RGB filtre konusunda aslında birçok fotoğraf makinesi üreticisinin bir defacto standart yakalamış durumda: Bayer filtresi. Bayer filtresi, her sensörde değişen bir renk filtresine sahip olduğu için, özellikle daha eski teknoloji olanlarında moire etkisi denilen bir bozulmaya yol açabiliyor. Bunun önüne geçmek içinse, sensörün önüne bayer filtresine ek olarak bir de AA (anti-aliasing) filtre konulması yaygın bir pratik. Ancak bu filtre, çoğu zaman keskinlik kaybına yol açabiliyor. Özel kimi durumların dışında (popüler bir örnek Canon EOS 5DSR verilebilir) genellikle AA-filtresi bulunmaktadır. Sensör teknolojileri geliştikçe bu filtrenin etkisinin azaldığı söylense de, varlığı hala devam etmekte.
Bu durumu değiştirmek isteyen Fujifilm ise, 10 yıl önce X-Trans teknolojisini icat etti ve onu X serisi kameralarda kullanmaya başladı. Bugün bildiğimiz X-TXXX serisi hariç tüm X serisi kameralar X-Trans sensör kullanıyor. Bu sensörün özelliği, renk pikselleri diziliminin 4×4 yerine 6×6 olarak dizilmiş olması. Dizilimde daha fazla yeşil olması, ortaya çıkabilecek moire etkisi hatalarını AA-filtresi olmadan engelliyor. Bu sayede de keskinlikten ödün verilmemiş oluyor.
Ancak burada anımsatılması gereken bir nokta var, o da şu: Fujifilm, X-Trans sensörleri yalnızca APS-C formattaki X serisinde ve giriş seviyesi olmayan modellerde kullanıyor. Orta format makinelerde, yani GFX serisi makinelerde ise daha yaygın olan Bayer filtre dizilimi mevcut.
Peki, X-Trans filtre madem böyle avantajlı bir sistem, neden tüm üreticiler bu sistemi veya bir benzerini kullanmaya başlamadılar? Bunun nedeninin kısa özeti, bu sistemin çok daha kompleks bir yapıda olması. Bu yüzden de bu sensörlerden okunan veriler, işlemciye daha fazla yük bindiriyor ve kimi hesaplamaları zorlaştırıyor. Bu yüzden de kimi gelişmiş özelliklerin teknik sınırlamalara takıldığı olasılığından bahsedilebilir. Bu ek gücün getirdiği zorluklar, makinelerin termal sınırlarına da daha çabuk ulaşmasına da neden olduğu söyleniyor.
Bir diğer nedense, günümüz çip teknolojilerinin geldiği noktada Bayer filtreli sensörlerin keskinliği gitgide artıyor. Bu da 10 yıl önceki sorunların her geçen gün geçerliliğini biraz daha yitiriyor olması demek. Bilimsel olmayan bir değerlendirme yapmam gerekirse, hala X-Trans sensörlerin keskinliği sanki daha iyi. Ama farkın X-Trans II sensörlü X-100S döneminde gözlemlediğimden daha az olduğunu düşünüyorum.
Akla gelen üçüncü büyük dezavantaj ise, raw işleme programlarının X-Trans sensörlü makinelerin ürettiği dosyaları açarken gelenekselin dışında yorumlaması gerekliliği. Örneğin Lightroom’un özellikle eski versiyonlarında ortaya çıkan “solucanlanma” veya “suluboya efekti” sorunu ve bu programın popülerliği, kimi fotoğrafçıları üzebilir. Ancak yeni sensörler ve Lightroom’un yeni versiyonlarının bu konuda daha iyi olduğu söyleniyor. Ayrıca, Irident isimli bir programla (ücretli) X-Trans dosyalar öncesinde başka formata (yanılmıyorsam DNG) dönüştürülerek bu sorunun kenarından dolaşmak mümkün. Bunun için bir başka geçici çözüm ise, Capture One kullanmak. Araştırdığım kadarıyla Capture One, Fujifilm X-Trans dosyalarıyla son derece uyumlu imiş. Ücretsiz olan Express versiyonunu deneyip kendiniz karar verebilirsiniz. Bunların dışında başka programlar da vardır diye düşünüyorum. X-Trans ile tam uyumluluk aranıyorsa, başka birçok özellikten feragat etmek koşuluyla Fujifilm’in X-RAW Studio programı da bir alternatif olarak görülebilir. Ancak, bu geçici çözümlerin veya sorunun etrafından dolaşma mecburiyetinin, optimum durum olmadığı düşünülebilir.
Ancak tüm bunlar, Fujifilm X sistemin kalitesinden bir şey götürmüyor. Hala benim ve benim gibiler için en mantıklı sistemlerden biri. Tabii ki herkesin ihtiyaçları farklı ve herkes en çok keyif alacağı ve avantaj sağlayacağı sistemi kullanmalı.
Bu konu her yeni kamera söylentisi çıktığında alevlenen bir konu. Alevler de pek dineceğe benzemiyor. Ancak tüm bunlar, en önemli şeyi, elimizdeki ve sevdiğimiz makineyi sonuna dek kullanmanın en doğrusu olmasını değiştirmiyor.
Sizin bu konudaki düşünceleriniz nedir? Yorumlarda bizimle paylaşabilirsiniz.
Geri bildirim: Monokrom sensörler ve Fujisel Hayaller – FujiXBlog