Bu blogda ilk gerçek yazının şerefine değinmek istediğim iki başyapıt var: Benim de hâlihazırda severek kullandığım makinem X-T4 ve uzaktan baktığım ve zamanında X100S’imi almama neden olmuş olan X-Pro serisinin baş tacı olan X-Pro3. Ancak, basit bir teknik analiz değil benim değinmek istediğim konu. Daha hissel ve son derece kişisel bir şeyden bahsetmek istiyorum: kullanım.
Ben, video konusunda (henüz) pek de iyi değilim. Daha geçen gün ilk kez iki klibin arasına geçiş efekti ekleyebilmiş biriyim sonuçta. O yüzden söyleyeceklerimi fotoğraf ağırlıklı (bayağı ağırlıklı) olarak okuyunuz. İşin video çekimi veya yayıncılık kısmıyla bu yazının pek bir bağlantısı olmayacak, önceden uyarmak isterim.
Şu an kullandığım asıl fotoğraf makinem olan Fujifilm X-T4, benim ilk hareket edebilen ekranlı kameram. Bu makine, oldukça Şüphesiz ki kimi avantajları var, bunu inkar edecek değilim. Özellikle de farklı açılardan fotoğraf çekmek için artık yerlere yatmıyor oluşum benim açımdan sevindirici. X-T4 ise çoğu insanın oldukça sevdiği, beğendiği komple dönen bir ekrana sahip. Yani ekran kimi menteşelerle dışa doğru açılıp, öne doğru tam dönerek kendinizi görmenizi sağlayabilen bir mekanizmaya sahip. Bu da birçok insan için, özellikle de kendini bolca çeken insanlar için bulunmaz bir nimet, diyebiliriz. Ancak, dediğim gibi, ben fotoğraftan gelen biriyim. Haliyle objektifin önünde pek bulunduğum söylenemez. Bu yüzden de ergonomik açıdan en rahat edeceğim ekran tipinin tamamen dönme zorunluluğu benim için yok. Yanlış anlaşılmasın, bir şekilde açılabilen ve farklı açılarda kullanabildiğim bir ekran işime yarar. Ancak, emin olamadığım şey şu: Dışarı doğru açılan bir ekran benim ne derece işime yarıyor? Tüm bunlar göz önüne alındığında, X-T4’ün dışa doğru açılan ekranının benim ihtiyaçlarıma %100 karşılamadığını söyleyebilirim. Makinenin geri kalan her şeyine son derece büyük bir tutkuyla aşık olsam da, ekranına karşı sadece “boş değilim” diyebilirim. Hala pozitif hisler besleme nedenimi aşağıda anlatacağım.
Peki, ne olsaydı ekranını da %100 severdim? Bunu söylemek zor, çünkü başka türlüsünü kullanmışlığım yok. Ama dışarı açılmayan, ancak birkaç yöne açılabilen bir ekran sanıyorum beni biraz daha olumlu kılardı. Buna bir örnek vermek gerekirse, X-T3 veya X100V’nin ekranları olabilir. Biraz daha farklı bir sistem kullanan ve aslına bakılırsa hem kendini görmek isteyenleri, hem de fotoğraf ağırlıklı kullananları nispeten daha çok tatmin edebilecek bir sistem olan X-T100’ün ekranı belki de orta yol olur, Fuji topluluğunda bu denli bir kutuplaşmaya da yol açmazdı. Zira internetlerde benim aksime X-T4’ün ekranından nefret etme seviyesinde şikayetçi insanlar var.
Tüm bunların ışığında benim bu tip bir mekanizmadan nefret etmemi engelleyen, hatta zaman zaman çok sevdiğim bir şey daha var, ki bu ekran meselesininde bugünlük bahsetmek istediğim ve bu kez olumlu bir şeyler söyleyeceğim son konu: X-T4 ekranının içe doğru olarak kapanabilmesi. Bu sayede, benim takdir ettiğim iki şey elde ediliyor.
Birincisi, ekranın bu sayede dış etkenlere karşı korunabiliyor olması. Bu da makinenin ömrünü uzatan bir şey tabii ki. Tabii ki basit bir çözümü var, folyo. O yüzden bu aslında çok da elzem bir şey değil.
İkinci ve benim bu yazıyı yazmamdaki asıl konu: fotoğraf çekerken ekranın kapalı kalabilmesi… Ne demek istiyorum? Şöyle ki, fotoğraf çeken insanların her deklanşöre basışta ekrana bakması benim de zaman zaman yaptığım, ancak pek hoşlanmadığım bir şey. Bir anda kendimi o ruh halinden uzaklaşmış hissediyorum. Bunda muhtemelen analogdan geliyor olmam ve bırakın o an fotoğrafı görmeyi, bir süre daha göremeyecek olmamın etkisi büyük. Ben, fotoğraf çekmeyi böyle sevdim, yapacak bir şey yok. Tabii ki her zaman bu şekilde kullanmıyorum, tabii ki çok yüksek sayılarda fotoğraf çekebilme özgürlüğünü de seviyorum, tabii ki zaman zaman vizöre değil, ekrana bakarak fotoğraf çekiyorum. Ancak, bu bahsettiğim nokta zaten keyif almak için, yavaşlamak için, etrafımda olan bitene karşı daha farkında yaklaştığım zamanlarda, sadece fotoğraf çektiğim zamanlarda ortaya çıkan bir nokta. Kimi zaman vizör benim terapistim olabiliyor. O tip durumlarda da ekranı içe katlayabilmek ve sadece vizörle haşir neşir olmak gerçekten ama gerçekten çok sevdiğim bir eylem.
Peki, ben bu konuda yalnız mıyım? Hayır! Fotoğrafı seven ve analog deneyimi olan başka arkadaşlarımda da benzer semptomlar görülebiliyor. Tesadüf o ki, onlar da zaten Fujifilm dünyasına geçiş yapmışlardan. Sanırım Fuji’nin büyüsü de burada olmalı. Kişisel çevremi de bir yana bırakır ve daha olaya biraz daha geniş bakarsak, bizi Fujifilm’in X-Pro3 modeli karşılar. Bu modelin ekranı tam olarak bunun için var: Yavaşlamak, farkına varmak, bütünleşmek. Yani aslında fotoğrafı yeniden bu işin merkezine koyan, vlogmuş, oymuş, buymuş ilgilenmeyen bir model. Oldukça cesur, tam bir başyapıt. Bu tip bir kararı neden aldıklarını anlattıkları bir belgesel de çekmişler hatta (İngilizce). İzledikten sonra bir kez daha hayran oldum.
X-T4’ün kapalı konumdaki enranı Fujifilm X-Pro3’ün kapalı ekranı
Dediğim gibi, bahsettiğim bu son nokta benim için her zaman geçerli bir nokta değil. Ancak, tam da buna ihtiyacım olan zamanlarda, fotoğrafsal kerahat vakitlerinde, bana böyle bir ekran tipi gerçekten inanı cezbedebilirmiş gibi geliyor. Belki bir gün deneme şansım olursa, o zaman bu sorunun yanıtını gerçekten bulabilirim. O güne dek, elimdeki başka bir başyapıt olan X-T4’ün ekranını kapalı tutarak kullanmaya devam.
Geri bildirim: Kalp Ve Beynin Bitmez Savaşı: Bir X-Pro3 Değerlendirmesi – FujiXBlog