Ortaçgil Usta’nın bir hanımefendiye atfettiği başlıktaki sözleri bir eşya için de sarfetmek biricik eşim başta olmak üzere tüm kadınlara biraz haksızlık olsa da, Fujifilm fotoğraf makinelerinin güzelliği karşısında insanın aklına geliveriyor. E burayı okuyorsanız, hepimiz aynı gemide olduğumuz için de zaten sizin için de çok sorun olmasa gerek.
Tabii ki işin şakası bu, yoksa şarkının hatta şarkının bulunduğu albüm yalanlar üzerine. Ama burası fujixblog, burada her şey gerçek. Ve buranın oldukça yolun başında bir blog olduğunu düşünerek, benim hikayemi paylaşmanın çok da sakil durmayacağını düşünüyorum. Ayrıca bunu yapmam için iki nedenim var. Birincisi, belki bundan sonraki yazılarımı okurken nereden geldiğimi, neler düşünerek sistem değiştirdiğimi ve Fujifilm sistemleri neden sevdiğini daha iyi anlayabilecek olmanız. İkincisi ise, bunu hep yapmak istemiştim, ve şu an elimde böyle bir fırsat var.
Ortaçgil’i sever misiniz? Öyleyse devam! Tamam, söz, bu son atıftı…
Aslında hikayeye sanırım en baştan başlamak en doğrusu. Benim fotoğraf geçmişimin bu hikayede az da olsa bir etkisi olduğunu düşünüyorum.
Bir gün üniversite sıralarında, ders aralarının birinde bir arkadaşımın arkadaşının (gerçekten) elinde bir Canon EOS 3000V görmemle başladı her şey. Bundan 15 yıl önce, 2005 yılında elime deneme amaçlı alıp vizörden ilk kez baktığım bu model, benim için bir yolun başlangıcıydı. O anın ardından da aynı makineden bir tane de ben edindim. Bunun geçici bir heves olup olmadığını, ne kadar süre kullanacağımı bilemediğim için de analog kullanmakta bir sorun görmedim. Ve fotoğrafın temellerini filmli bir makine ve 28-90mm bir lens ile öğrenmeye başladım. Denedim, yanıldım, okudum, araştırdım ve geliştim.
Birkaç yıl sonra, 2007 yılında bir Canon EOS 400D ile ilk gerçek dijital makine tecrübemi yaşadım. Öncesinde kullandığım ufak tefek cep boyu makineleri saymıyorum (X100 serisi de bir nevi cep boyu ama bahsettiklerim onlar değil tabii ki). O makineyle gerçekten dijital fotoğrafçılığı öğrendim diyebilirim. Hayatımda gezdiğim, gördüğüm yerlerin sayısının da artmasıyla bir anda bir çok anımın kaydedilmesine vesile olmuş oldu.
Sonrasında, iş hayatına atılmakla birlikte artık biraz daha büyümenin zamanı gelmişti. Ve ilk dijital full frame makinem olan Canon 5D Mark II‘yi ikinci el olarak satınaldım. Yeniden full frame sensöre dönmek (bu işe başladığım 35mm filmler de, malum, full frame) bir anda bir sevinci beraberinde getirdi. Gelişiyordum, bunu da farkediyordum aslında. Her şey güzel gidiyordu.
Derken onu da Canon marka son makinem olan Canon EOS 6D ile takas ettim. Nedenlerden biri de ağırlık ve büyüklüktü. Ayrıca yeninin cazibesine kapılmıştım. GPS ve WiFi birçok işimi kolaylaştırıyordu. Daha iyi otomatik odaklama, daha yüksek çözünürlük, ve daha küçük/hafif bir gövde. Uzun bir süre de 6D ile yoluma devam edip, çok daha fazla fotoğraf çekmeye başladım. Çok keyif almaya, bir çok yer gezmeye ve gezdiğim yerleri kaydetmeye başladım.
Tüm bunlar yaşanırken, yeniden öze dönme isteği başladı. Analog fotoğrafa olan merakımın bitmemiş olmasından dolayı bir analog fotoğraf makinesi koleksiyonerliği durumu başladı. Bit pazarları, ikinci el web siteleri derken ben de her analogcu gibi Canon A/AE serisi ile tanıştım ve çok sevdim. Tabii ki yolum Leica’ya olan beğeni ile de kesişti. Ancak o kadar pahalı bir makineyi almak ve elde tutmak çok da yapabileceğim bir şey olmadı hiç.
Ama Fujifilm’in X10 modeli vardı? Ona ulaşabiliyordum, öyle de yaptım. Fujifilm ile ilk tanışmam da buydu. O günden sonra büyük ve “asıl” makinemi yanıma al(a)madığım zamanlarda kompakt boyutlarda bir Fuji beni memnun ediyordu. Ama ah şu sensörü de biraz büyük olaydı… Derken X10’u satıp, yerine X100S‘i aldım, ve Fujifilm’e gerçekten aşık olmam da bununla başladı. O günden itibaren artık X-Pro1 benim asıl kameram olmalıydı. Ama full frame değildi. Full frame olsaydı kesin alacaktım. Çünkü mutlaka full frame olmalıydı. Çünkü ona alışmıştım ve onsuz yapamazdım sonuçta. Hem ayrıca Canon’a, yılların yol arkadaşına nasıl ihanet ederdim?
Böyle böyle yıllar geçti, ve 2020 yılında bir arkadaşımın hamilelik fotoğraflarını çekmek üzere gittiğim Polonezköy ormanlarında son ve en büyük sorgulamayı yaşadım. Daha önce de defalarca sorguladığım şeyi, sorguladım: Ben bu kadar ağırlığı taşımak istiyor muydum gerçekten? Ve yıllardır aklımın bir köşesinde olanı sonunda yaptım. Fujifilm’in Kadıköy’deki dükkanına girip bir X-T4 ve 18-55 lens edindim. Elimdeki Canon ekipmanları da satışa çıkardım, kimisi satıldı, kimisi hala ilanda. Ama artık geri dönüş – en azından şimdilik – yok. Sonrasında bir de 50mm f2 ile portre lensi ihtiyacımı biraz olsun giderdim (Evet, 56 ve 90’ı biliyorum ama şu an mümkün görünmüyor). İnanılmaz memnun ve mutluyum verdiğim karardan ötürü. Hafif ve küçük çantalara sığabilen boyutlarda bir kitle bir yerlere gitmek, bir şeyler yapmak gerçekten çok rahatlatıcı. Artık makinemi daha sık yanıma alıyorum. Üstelik sensör boyutu iki makinemde de aynı olduğundan, X100S’i cebime atıp çıktığım dahi oluyor. Yani artık çok çok hafif bir şekilde, daha keyifle ve her şeyden önce de daha sık çıkıyorum yanımda bir makineyle.
Peki, neden X-Pro1 ile başlayan sevda X-T4 ile bitti? Biraz korkaklık aslında. X-Pro3 kalbimde bir sızı şu an. Ancak biraz fazla cesur olması (kapalı duran ekran) ve benim bu adımı atarken doğru bir adım atıp atmadığımı o zaman bilmiyor olmamdan dolayı almak istemediğim risk gibi etkenler beni daha “mantıklı” olan, benim de A-1 ve AE-1 Program ile aşina olduğum SLR tipi görünüme sahip olan X-T4, beni o an daha çok çekti kendine. Ve onu da çok seviyorum, camlı dolapta rafta dururken de, Webcam olarak kullanırken de, fotoğraf çekerken de hayranım. Modern bir ekipman, ama içimdeki o analog sevgisini de okşuyor aynı anda. Yani, hem seviyorum, hem de kaliteli fotoğraflar çekiyorum.
Bu süreçte şunu da çok ama çok iyi anladım. Bir ürün, bir ekipman eğer o işi hobi olarak yapıyorsanız, sadece kağıt üzerinde yazan sayılar ve harflerden ibaret değildir. Elime aldığımda severek kullandığım bir ekipman, onu daha sık kullanmaya ve fotoğraf çekmemi, daha çok fotoğraf çekmemi, daha güzel fotoğraf çekmemi sağlıyor.
Evet, Fujifilm’in XF bayonetli serilerinin sensörü full frame değil ve tabii ki fizik kurallarını reddedecek değilim. “Bu da portre çekerken aynı şekilde arkayı flu yapıyor” diyenlere de inanmayın, aynı diyafram açıklığıyla aynı şekilde yapamıyor tabii ki. Kısa bir süre önce çıkan 50mm f1 denen şaheserin full frame karşılığı yaklaşık olarak 75mm f1.5. Yani yaklaşık olarak 85mm f1.4 diyebiliriz. 56mm f1.2 ise yaklaşık olarak 85mm f1.8 bir lense denk geliyor. Yani eğer düzenli olarak 85mm f1.2 ile portre çekiyorsanız, ondan daha derin bir alan derinliğiniz olacağı aşikar. Aynı görüntüye ulaşabilmek için lenslerinizin diyaframının daha çok açılabilmesi veya odak uzaklığınızın artması gerekiyor. Çünkü, fizik bilimi. Kimi manuel lensler ile f0.95 diyaframa sahip olmak ve bunu sağlamak kısmen daha iyi fiyatlara mümkün. Ama eğer otomatik odaklama istiyorsanız, f1.2’nin verdiği alan derinliğine bugünün şartlarıyla ulaşamayacaksınız. f1.0 ve f1.2 lenslerin ışıkla ilgili olan avantajları tabii ki baki, ama o konuda zaten herhangi bir fark olmadığı için, konu sadece ve sadece portre çekimi veya sığ alan derinliği olarak düşünülebilir.
Ama kendinize şunu sormalısınız: Buna ihtiyacım var mı? f1.2 ile f1.8 arasında alan derinliği açısından ne kadar fark var? Bunun için daha ağır, daha pahalı (canon, sony ve nikon’un makine + lens fiyatları malum), daha az keskin(Fujifilm’in X-Trans sensöründe Moire efekti olmadığından gelenekselde olan bir filtreyi çıkarıyorlar ve daha keskin görüntü elde ediliyor), görece daha pahalı lenslere ve ekipmanlara sahip, çirkin görünen (bu kısmı öznel tabii ki) bir makine istiyor musunuz? Yanıtınız evetse, tabii ki sizin için full frame mantıklı olabilir. Asla da yargılamam, bana da düşmez zaten. Ama ben bu sorunun yanıtını kendimce verdim ve sistemimi komple değiştirdim. Üstelik yanında fuji renkleri de geldi. Daha ne isterim?
Peki eğer bir gün alan derinliklerinin sığlığı yetmezse ne olacak? Fujifilm’in full frame sensörlü makinesi yok. Ama full frame sensörlü aynasız makinelere yakın fiyatlara size full frame’den daha büyük sensöre sahip makineleri, GFX serisini sunuyorlar. Eğer bir gün sensörü büyütmek istesem sanırım yöneleceğim yer bu olacaktır. Çünkü gerçekten ama gerçekten doğru bir karar verdiğimi düşünüyorum.
Siz de benzer bir adım attınız mı? Eğer isterseniz bu konudaki deneyimlerinizi yorumlarda paylaşabilirsiniz.
Merhaba. Makinenizle mutluluklar dilerim. Ben de benzer aşamaları yaşadım. Full frame dayatması adeta bedenimi ve ruhumu ele geçirmişti 🙂 manzara çekerken gerçekten 2 stop daha fazla dinamik aralığına ihtiyacım var mıydı? Portre çekerken arka plan katili olup her şeyi öldürmeli miydim? Bunlar arasında çok gidip geldim. Canon benim için kötü bir tecrübeydi çünkü hiçbir Canon makinenin dinamik aralığından memnun olmuyordum (full frame ve aps-c dahil). Hantal dsl-r kullanmak istemediğim için Her ne kadar daha başarılı olda da Nikon kullanmak ya da maddi imkandan ötürü aynasız Sony-Nikon almak hiçbir zaman mümkün olmadı. Tesadüfen Fuji ile tanıştım. Dinamik aralığı, tamam Nikon/Sony değildi ama ben makinenin kabiliyetini öğrenmeyi tercih edip yapmak istediklerime uygun poz telafisi ile manzara çektim. Fujifilm daha hayatın içindedir; renkleri olsun, sokağa uygunluğu olsun. Bu nedenle aslında bu kadar sığ alan derinliğine ihtiyacım olmadığını, fotoğrafın hikaye ile bütün olduğunu düşünmeye başladığım için bokehin de gereksiz bir takıntı olduğuna kanaat getirdim. Üstelik lensleri de daha ucuza daha yüksek kalitede iken. Gece iso performansı da bence yeterli. Kumlanma olsa bile dijital değil, eski film kumlanması gibi olduğu için daha sempatik görünüyor. Benim “nedenlerim” de bunlar 🙂 selamlar
Merhaba Mehmet Akif Bey, çok teşekkür ederim yorumunuz ve nazik dileğiniz için.
Dediklerinize katılmamak elde değil. Şunu da eklemek gerek, Fuji’inin de “yeteri kadar” bokeh sunan lensleri mevcut, eğer gerçekten ihtiyaç olursa. İnsanlar belgesel düğün fotoğrafçılığı, portre fotoğrafçılığı, moda fotoğrafçılığı yapıyor. Her şeyi en yüksek dozda almaya her zaman gerek yok bence. Yeterini verdiği sürece bir sorun görmüyorum ve bunu f2 lensler dahi yapabiliyor genellikle. 56 f1.2 veya 50 f1 zaten müthiş portreleri mümkün kılıyor. Geri kalan konulardaysa benim en keyif alarak kullandığım dijital fotoğraf ekipmanları Fujifilm’in, yalan yok.
Ha, bir gün gelir, daha fazla her şeyden istersem de R6 fiyatına GFX50R, Canon R5/Sony A1 fiyatına GFX100S var, sensör boyutu konusunda ibreyi bu sefer tam tersine döndüren. Üstelik GF serisi lensler de full frame muadilleriyle benzer fiyatlara zaten. Sadece sensörü tam kare diye RP ile X-T4 karşılaştırmak da bana mantıklı gelmiyor açıkçası. RP ile kalite olarak belki X-E4 veya X-T30 karşılaştırılabilir. Orada da zaten fiyatlarıyla yine Fujifilm öne çıkıyor.
Bilmiyorum, ben ciddi anlamda memnunum karardan. Belki kimilerine fanboy cevabı gibi görünebilir bu yazdıklarım, ama kendi deneyimlerim bu yönde ve bu yüzden bu iddiayı kabul etmek istemem. Ayrıca olsak bile burası tematik bir blog, fanboy olmakta da bir beis yok 🙂
Tekrar çok teşekkürler ve iyi günler dilerim.
Geri bildirim: Kalp Ve Beynin Bitmez Savaşı: Bir X-Pro3 Değerlendirmesi – FujiXBlog