İlk yazımda bahsettiğim bir mevzu vardı, anımsarsınız belki. 2021 yılında dönmeyen, sabit ekranlardan bahsetmiş, kendimce kendi durduğum noktayı anlatmıştım. Bir süredir X-T4 sahibi olmama rağmen, ondan çok farklı olan ve hatta kimilerinin çok ilgisini çekmesine rağmen son jenerasyonuyla çok fazla eleştiri alan ama aslında Fujifilm’i Fujifilm yapan seri olan X-Pro serisini merak ediyordum. Bu seriyi çok severek kullanan, Fujifilm yolculuğu X-Pro1 ve XF 35mm f1.4 ile başlayan, sonrasında X-Pro2 ve çeşitli lenslerle devam eden bir arkadaşım (Hatta düğününde ikincil fotoğrafçı ben olmuştum, bu da böyle bir anı) var. Onunla yaptığımız tüm “Fuji” temalı konuşmalarda Pro serisini ne kadar sevdiğinden bahseder durur. Ben de hem X-T4 konusunda “acaba çok mu video odaklı bir makine, bana ne kadar uygun” diye düşündüğümden, hem de tüm bu (bence) devrimi başlatan X-Pro serisine her geçen gün artan bir merakım olduğundan, incelemek istiyordum.
Bu merakın giderilmesinin yolu basit: Demo makinelerle test etmek. Fujifilm Kocaeli şubesinin yardımıyla son günlerde bir demo X-Pro3 deneme fırsatım oldu. Tabii ki bu bağımsız ve tarafsız (bunu ilk iletişimde onlara da söyledim) bir yazı. Beğendiğim ve beğenmediklerimi – kendimce – sizinle paylaşacağım. Bu değerlendirme de aslında teknik bir değerlendirme olmayacak – ki o konuda benden çok daha iyi olan ve halihazırda inceleme yapmış birçok mecra var. Ben daha çok bana ne hissettirdiğini, onu kullanırken (veya kullanmazken) neler düşündürdüğünü anlatmaya çalışacağım.
Gelin şimdi bu değerli fotoğraf makinesine bir göz atalım.
Tasarım ve Malzeme
Bu makinenin tasarımını kısaca değerlendirmek gerekirse, ömrümde karşılaştığım en cezbedici fotoğraf makinesi. Nokta.
Şimdi biraz daha uzunca değerlendireyim. Tasarım konusundaki değerlendirmeyi, kullanımdan hariç, sadece estetik ve hissettirdikleri açısından yapmak istiyorum. Tasarımın alışılagelmişin dışında olması, onunla birlikte gelen kimi kullanım öğelerini barındırıyor. Ama bunu bir sonraki kısma bırakıyorum.
Makinenin tasarımı, gerçekten bir fotoğraf severin isteyebileceği her şeyi barındırıyor. Eğer ömrünüzde bir kez dahi Leica ile bir bağ kurduysanız (farazi de olsa) sizi son derece memnun edecektir. Benim, Fujifilm ile tanışmamı sağlayan X10 olsun, sonrasında gelen ikinci Fujifilm dijital makinem X100S olsun, klasik tasarımlı makineler beni ilk zamanlardan bugüne (yaklaşık 10 yıl diyebiliriz) birincil makine olarak Fujifilm sahibi olma yoluna sokan nedenler. O dönem ikincil makine olarak kullandığım “rangefinder” tipi makineler, X-Pro1’in duyurulmasıyla beni “acaba birincil makine sistemimi (Canon) değiştirsem mi?” fikrine yöneltmişti. Ama burada anlattığım hikayeyle bunun gerçekleşmesi 2020 yılını buldu.
X-Pro1’i şurada, burada görüp özenmemin ve aklımda yer etmesinin etkisiyle, artık biraz daha bu “güzel” esere dikkat kesilmeye, kendi X100S’ime daha başka gözlerle bakmaya başladım. Photokina’da X-Pro2’yi ilk kez gördüğümde ve elime aldığımdaki o tanıdık, ama bir o kadar da heyecan verici his de hala aklımda. Dediğim gibi, beni son derece heyecanlandıran bir tasarımdan bahsediyoruz. Gerçekten güzel, çok güzel.
Bu serinin bendeki yerini sanırım anlatabilmişimdir. Şimdiyse, bu serinin en güncel, en yeni modelini sonunda biraz daha uzun süre kullanma şansım oldu. Ve tasarımına elime ilk geçtiği andan itibaren hayran kaldım, diyebilirim.
Şimdi elimde olan bu güzel makine, selefine göre daha sadeleşmiş durumda. Ve en önemli farkıysa, çok tartışmaya yol açan ve benim de çok merak ettiğim ekranı. Ekran konusuna bir sonraki başlıkta daha detaylı olarak değineceğim. Ancak, hangi tasarımı daha çok beğendiğime gelirsek (sadece tasarım konuşuyoruz, kullanım kolaylığı sonraki başlıkta), sanırım çok az farkla X-Pro3 diyebilirim. Nedeni de, arkasındaki sadelik. Ayrıca, bence tasarım detayları çok önemli bir konu ve bir ürünü öne çıkarabilir. Arkadaki film kutusu kağıdı görüntüsüyse hem bu makinenin ruhunu ele veriyor, hem de en çok hoşuma giden detay.
Malzeme kalitesine gelirsek, zaten Fujifilm’in en üst seri makinesi olmasından dolayı son derece kaliteli bir makine. Titanyum üst ve alt plakalar, üzerindeki özel boya teknolojisi ve ayrıca Japonya üretimi olması bir araya gelince, son derece dayanıklı, bir o kadar hafif ve iyi hisli bir makinenin üretilmesi kaçınılmaz duruma geliyor.
Ergonomi ve Kullanım
İşin ergonomi ve kullanım kısmına gelindiğinde, tasarımdaki kimi kararlar, kullanıma göre dezavantaja dönüşebiliyor. Yukarıdaki bölümü bundan ayırmamın en önemli nedeniyse, tasarımın bir parçası olarak çok güzel olan şeylerin kullanım konusunda biraz ayrıştırıcı konumda olmaları.
Kullanımda alışılmışın dışındaki öğelerin en büyüğü arkadaki ekran. Son derece ikilemli bir konu ve ortası olduğunu çok düşünmüyorum. Eğer daha önce analog tecrübeniz yoksa veya olmasına rağmen, bu tecrübeye geri dönmek istemiyorsanız, bu makine sizin için değil. Videocuysanız, bu makine sizin için değil. Çok fazla tripod kullanıyorsanız, bu makine sizin için değil. Vizör yerine ekranı kullanarak fotoğraf çekiyorsanız, bu makine sizin için değil. Kendi videonuzu veya fotoğrafınızı çekiyorsanız, çekerken de kendinizi görmeniz gerektiğini düşünüyorsanız, bu makine size göre değil. Çektiğiniz her fotoğrafın ardından “nasıl çıkmış” diye kontrol etme zorunluluğu olanlardan veya olmamasına rağmen olduğunu hissedip, her fotoğraf sonrası makinenin ekranına bakanlardansanız da bu makine size göre değil.
“E kim kaldı ki geriye?” diye sorduğunuzu hissediyorum. Bu makineyi çoğunlukla fotoğraf için kullanacak olanlar, zaten vizör dışında ekranı kullanmayanlar, analog fotoğrafçılığı özleyenler, bu makine size göre olabilir. “Öyledir” diyemiyorum, olabilir diyorum. Ben henüz kendi adıma dahi kesin bir karar veremedim çünkü. Üstelik analog fotoğrafı seven, çok az video çeken ve selfy veya vlog ile hiç ilgisi olmayan, yavaş fotoğraf çeken biri olarak ben bile henüz emin değilim. Sanırım eğer benim makinem olsaydı alışırdım ve beni rahatsız etmezdi. Ama X-T4’ün ekranını zaman zaman açarak kullanan biriyim ve şimdi geri dönmek biraz düşündürüyor beni. Üstelik istediğimde X-T4’ün ekranını içe kapatıp hemen hemen aynı (film benzetimi ikincil ekranı hariç) deneyimi yaşayabiliyorum. O yüzden de çok emin olamıyorum ne düşündüğüm konusunda.
En büyük ve bence rakiplerinden ayrıştıran en önemli konuyu hallettiğimize göre, diğer daha ufak ve daha önemsiz denebilecek konulara gelebiliriz.
Makinenin ISO ayarı, enstantane hızı ayarının yapıldığı çarkla yapılıyor. Dıştaki yüzük kısmını yukarı çekerek ayar yapabiliyorsunuz. X-T serisinde bu ayar için ayrı bir çark kullanılıyor. Ancak bu, ilk etapta kullanışlılık konusunda bir sorun gibi görünse de, bence alışınca üstesinden gelinebilecek bir konu. Beni çok rahatsız etmedi.
Ergonomik olarak tutuş daha iyi olabilirdi. Kötü değil, elden kayıp gitme hissi de yaratmıyor. O yüzden bu da alışılınca sorun yaratmayacaktır diye düşünüyorum.
Bakacın yeri sol üst köşede. Bu düzen, iki ciddi avantaj sağlıyor. Birincisi ve en önemlisi, burnunuz ekrana (ya da arka kısma) değmiyor. Bu sayede de çok daha ergonomik bir bakaç sizi karşılıyor. Bu açıdan Pro ve E serilerini ergonomik olarak başarılı bulduğumu söyleyebilirim. İkinci ve yine çok önemli bir avantaj ise, insanların fotoğraflarını çekerken siyah/gri bir kütlenin ardına saklanmıyor olmanız. Böylece fotoğrafını çektiğiniz insanlarla çok daha yakın ilişkiler kurabiliyorsunuz ve “öcü” olmaktan çıkıp, insan olduğunuzu fark ettiriyorsunuz. Tabii bu iki koşul için de sağ gözünüzü kullanma zorunluluğu doğuyor. Eğer fotoğraf çekerken sağ gözünüzü kullanmıyorsanız, bu makine size uygun olmayabilir.
Hibrit Bakaç
Kendine has olma konusunda bu makinenin ikinci, X-Pro serisinin ise X-T serisinden ayrılan en belirgin özelliği hibrit bakacı. Bu sistem oldukça karmaşık ve son derece masraflı bir sistem (X-E serisinin çok daha düşük fiyatlı olmasınındaki temel etken bu. Tabii ki tek etken bu değil, ama temeli bu). Haliyle, X-Pro kullanırken, insan optik bakacı da kullanmak istiyor. Aksi takdirde herhangi bir aynasız fotoğraf makinesinden ayrışan bir nokta olmaz. Genel hatlarıyla son derece iyi çalışan bu bakaç, kimileri için nostalji romantizminin ötesine geçmese de, çekilen fotoğrafın dışında kalan alanların da gösterilmesiyle aslında kullanışlı olarak tanımlanabilir.
Öndeki mandal yardımıyla optik ve elektronik arasında seçim yapılabiliyor. Bu sayede de istendiğinde doğal görüntü veren optik, istendiğinde de ne çektiğinizi tam olarak görmenizi sağlayan elektronik bakacı kullanabiliyorsunuz.
Optik bakaç kullanırken dikkat edilecek en önemli nokta, pozlamayı ve alan derinliğini anlık olarak görmediğinizden dolayı gözünüzün pozometrenizde olması ve alan derinliğini kendi aklınızda az-çok tahmin edebilmeniz gerekliliği. Buna alışmanızın ardından da optik bakacın pozitif yönlerini tam anlamıyla kullanmanız mümkün olacaktır. Eğer aynalı bir makine kullandıysanız, zaten pek bir sorun olmayacaktır.
Optik bakaçla ilgili dikkat edilmesi gereken bir diğer noktaysa paralaks denen hata. Optik bakacınız ve objektifinizin, haliyle sensörünüzün objeyi gördüğü açılar farklıdır. Yani, siz sol üstten baktığınızda, makinenizin hemen hemen ortasında bulunan sensörünüzle aynı açıdan bakmazsınız. Bunun adı da paralaks hatasıdır. Uzaktaki nesneler için bu hata yok sayılabilecek kadar az olsa da, objeniz yaklaştıkça hata payı artacaktır. X-Pro3 benzeri bakaca sahip makinelerde de bunu düzelten çerçeve çizgileri vardır. Odakladığınız mesafeye göre bakacınızın ortasında veya ortanın biraz sağ altında benzer boyutlarda çerçeveyi görerek kompozisyonunuzu ona göre yapmanız gerekir.
Çerçeveden bahsetmişken, objektifinizin o anki odak uzaklığına göre bu açık renk çerçevenin yeri değişmektedir. 23mm odak uzaklığında bakacın neredeyse tamamı açık renk çerçevenin içinde yer alır. Ancak 18mm ile çekiyorsanız, görüntünüz gördüğünüzden daha geniş olacaktır. Yani optik bakaç aslında 23mm’den geniş açılar için çok kullanışlı olmayabilir. Tele için de kullanışlılık çok farklı değildir diye tahmin ediyorum (tele lensim yok, o yüzden bilemiyorum, sadece tahmin), zira 300mm odak uzaklığının çerçevesi muhtemelen çok küçük olacaktır.
Ayrıca, optik bakacın otomatik odaklama davranışı elektronik bakaçtaki kadar hassas değildir. Eğer hassas odaklama yapmanız gerekiyorsa, elektronik bakaca geçmeniz gerekir. Ancak, bir süredir hibrid bakaçlı makinelerde bakaçın mandal yardımıyla açılabilen ve sağ alt kısmından çıkan küçük dijital ekran ise odaklama noktanızın içeriğini size elektronik olarak sunuyor. Bu sayede hassas ayarları yapmanıza izin veriyor. Bu da yardımcı bir sistem olarak görülebilir.
Benim düşük ışıkta farkettiğiim bir potansiyel rahatsızlık daha var. Ancak bu durum yalnızca karanlık ortamlarda ortaya çıkıyor. Optik bakaç üzerine yansıtılan çerçeve, vb. gibi bilgilerin yerleştiği kısım fazlasıyla öne çıkabiliyor ve kontrastı, haliyle de kullanım kolaylığını biraz baltalıyor.
Peki sorunlarına rağmen optik bakaç ile ilgili ne düşünüyorum? Bu bakaç bence güzel bir sistem. İki tip görüntünün de kendine göre avantajları mevcut. O yüzden bu sistemi ben faydalı olarak değerlendiriyorum. Bunda en temel nedense, optik bakacın bir zorunluluk değil, ekstra bir durum olması. Ve şunu söyleyebilirim, alıştıktan sonra herhangi bir sorun yaşatacağına inanmıyorum. Dediğim gibi, ekstra bir bakaç seçeneği, götürdüğü bir şey yok.
Teknik Konular
Teknik konulara çok girmeyeceğim. Daha önce de yazdığım gibi, zaten benden daha iyi yapan birçok insan var, ayrıca birçok sitede katalog verileri mevcut. X-Pro3, X-Trans IV sensöre sahip ve X-T3, X-T4, X-T30, X-S10, X100V ve X-E4 ile aynı sensörü, dolayısıyla aynı görüntü kalitesini sağlıyor. Vizör konusunda da X-T4 ile aynı elektronik vizör ve ekrana sahip. Eğer yeni bir Fujifilm X serisi makineniz varsa görüntü konusunda herhangi bir şeyden vazgeçmek gerekmiyor.
Şimdi kullandığım X-T4’e göreyse iki konuda ayrılıyor: IBIS ve pil ömrü. Pil, eski tip pil olduğu için (X-T3 ile aynı pil) kapasitesi çok daha az. Yani yedek pilsiz bir tam günlük kullanım çok olası görünmüyor. Bu değer T4 için daha farklı, onun pili yeterince büyük.
IBIS konusundaysa durum biraz daha karmaşık. Ben fotoğraf ağırlıklı bir kullanıcıyım (%98-%2 gibi hatta). O yüzden IBIS benim için olmazsa olmaz gibi görünmese de, özellikle durağan şeyleri çekerken daha düşük ISO kullanabilmek ve dolayısıyla daha temiz görüntüler elde edebilmek gerçekten iyi oluyor. En azından kameradaki sallantıyı engellemiş oluyorsunuz. Ha, hareketli objeleri çekecekseniz, doğru, kamera sallantısı engelleniyor ancak objenizin hareket bulanıklılığı konusunda bir fark olmuyor.
Değerlendirme
X-Pro3, bir X-T4 kullanıcısı olarak çok merak ettiğim bir makineydi. Sensör ve işlemci olarak aynı olduğu için fotoğraf kalitesi konusunda bildiğim ve son derece memnun bırakacak bir makine olacağını öngörebiliyordum. Ancak bunun dışındaki hemen her şey çok ama çok farklı ve klasikleri seven biri olarak beni son derece heyecanlandıran bir makine oldu.
X-Pro3’ü bir benzetmeyle tarif etmek isterim. Bu makine, çok ilginç bir makine. Çok güzel ve orijinaline uygun yenilenmiş ancak şerit takip asistanı, dijital göstergeleri, vb. özellikleri olmayan, ancak şahane bir motoru olan, kıvrımlı yollarda keyifle kullanabileceğiz, otomobil sürmenin keyfine varabileceğiniz bir klasik otomobile benzetebiliriz. Böyle bir otomobilden alınan keyif, kimi insanlar için tarif edilemez. Ama eğer siz bu araçla 200 km/h süratla seyretmek, ya da otoyol seyrinde adaptif hız sabitleme kullanarak minimum eforla seyretmek istiyorsanız, buna uygun değil. Yani tamamen kişisel tercihlerle ilgili.
İşin kalp ve beyin kısmı işte tam burada ortaya çıkıyor. Ben, klasik ve ruhu olan şeyleri seven biriyim. Ve kalbim X-Pro3’e hayran kaldı. Gerek kullanım şekli, gerek klasik ama modernleştirilmiş özellikleri, gerekse tüm bunların yanında elde edilen bildiğimiz, tanıdığımız yüksek görüntü kalitesi kalbimi gerçekten fethetti. Öte yandan da, beynim negatif yanlarını da göz önüne alıyor, ve işler daha karmaşık hale geliyor. Ve iş dönüyor, dolaşıyor ve beynin kalple olan o tarihi savaşına geliyor. İtiraf edeyim, bende bunun sonucu – hala – beynin dediğinin olması.
Bundaki temel neden şu: X-Pro3, Fujifilm X sistemin şu an satışta olan en pahalı makinesi. Yani (benim ve sanırım bunu alan insanların çoğu için) bunu kullanabilmenin şartı, tek makine olarak kullanmak ve X-T4’ün sağladığı kullanım konforundan vazgeçmek. Ancak nasıl ki yukarıda tarif ettiğim o klasik otomobili ailenin tek otomobili olarak kullanmak birçok insan için çok mümkün değilse, X-Pro3’ü de tek ve birincil makine olarak kullanılması da çok mümkün gelmiyor bana. Tabii ki yapılabilir, ancak kullanışlılık konusunda kimi şeylerden vazgeçmek gerekiyor ve buna hazır olmak gerekiyor.
Ancak, ikincil bir makine olarak düşünülünce, gerçekten ama gerçekten insana keyif veriyor. Eğer böyle bir bütçeniz varsa, sadece keyif almak için fotoğraf çektiğiniz zamanlarda, koşulların uygun olduğu zamanlarda çok ama çok keyifli bir deneyim sunuyor. Ya da X-Pro2’ye göz atabilirsiniz, böylece hem kullanım, hem de keyif bir araya gelir 🙂 .
Son olarak da, buraya bir video bırakmak istiyorum. Türkçe altyazısı yok, sadece İngilizce altyazılı. Ama bence XPro3’ün tasarımı ve üretimindeki kararların neden bu yönde verildiği konusunda size ışık tutacaktır.
Benden bu kadar. İlk kez bir inceleme yazısı yazıyorum, umarım beğenmişsinizdir. Daha önce X-Pro3 kullanmış olanlar, fikirlerini yorumlara yazabilirler. Ayrıca merak ettiğiniz ve değinilmeyen konular varsa, yorumlarda sorabilirsiniz.
Elinize sağlık güzel bir ürün inceleme olmuş. Benim genel olarak anladığım bu makine tamamen analog severler için tasarlanmış bazı kullanımı zorlaştıran(ekran vb.) noktalar var ama zaten bu makinenin hedef kitlesi pratiklik ve kullanışlılık istemiyor analog makine hissiyatı istiyor. Analog hissiyatını yaşayabilmek adına o ekranı hiç açmadan sadece optik bakaç kullanarak neredeyse analog bir makine kullanıyormuş gibi fotoğraf çekebilirisiniz bence “analog severler için” gayet mantıklı bir seçim…
Yorumunuz için çok teşekkürler. Evet, çok haklısınız. Eğer analog keyfine yakın bir keyif istiyorsanız, son derece güzel bir makine. Optik bakaç ile, önizleme kapalı olarak ve 35mm sabit lensle çok keyifli zaman geçirmek mümkün. Ben de çoğunlukla o şekilde kullandım.